-Ankara’dan 76 yaşında Azerbaycan Devlet Bilim Ödüllü akademisyenimiz Prof. Dr. Emirullah Mehmetov (EM) ile eğitim hayatı, eski Sovyetler Birliği eğitim sistemi, akademik ve özel hayatı üzerine röportaj (*)
SY: Sevgili hocam öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?
EM: Ben Emirullah Mehmetov, 24 Temmuz 1946 yılında doğdum. Babamın adı Mehmet Ali, annemin adı Nuriye’dir. Annemin ve babamın ailesi 1918-20 yıllarında Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti kurucuları arasında yer almışlar. Annem iki yaşındayken, babam ise dört yaşındayken aileleri ile Kuzey Kutbuna yakın bir bölgeye sürgüne gönderilmişler. Bundan dolayı dedelerimin her ikisi de Lenin döneminde Bolşevikler tarafından 1921 yılında idam edilmişler. Bu Rus halkının tercihi değildir. Dönemin ideolojisinin bir uygulamasıdır. Düşünün 1917 Ekim devriminden sonra sırf Bolşeviklere karşı oldukları için Rus Ortodoks Kilisesinin 380 bin din adamları idam edilmişlerdir.
SY: Ailelerin o dönemki pozisyonları neydi?
EM: Her iki aileden dedemlerim eğitimli insanlarmış. Amcalarım üniversite mezunu. Anneannem doktor. 1914 yılında Ukrayna Harkov’daki tıp fakültesinden mezun olmuş ve enfeksiyon hastalıkları uzmanlığı yapmıştır. Onun sayesinde ailemiz korunmuş. Rusya’nın Kuzey Kutbuna yakın Solovetsky Adaları onların sürgün bölgesidir. Annem ve babam orada büyümüşler. Eğitimlerini de orada almışlar. Babam elektrik mühendisliğini, annem de biyokimya bölümünü okumuş. Benim doğum yeri bu sürgün adasıdır. Stalin’in ölümünden sora birçok kişi gibi bizim ailemizin itibarı iade edilmiş ve Azerbaycan’a dönmelerine müsaade edilmiştir. Bu adada bizim aileden ölenlerden oluşan anıta altmış üç kişinin adı yazılmıştır.
SY: Azerbaycan’a döndüğünüzde sizin yaşınız kaçtı?
EM: Ben altı yaşındaydım. Azerbaycan’da okul yaşı yediydi ve ben bir yıl sonra okula başlamıştım.
SY: İlkokula başlamanız nasıl oldu? Diğer eğitim kademelerinde durumunuz nasıldı?
EM: Bakü’de okullar isimleri yerine sayıyla ifade edilirdi. Ben Çar Rusya’sından kalma eski bir okulda eğitimime başladım. Bizde eğitim kademeleri ilkokul (iptidai mektep), ortaokul (na-tamam mektebi), lise (orta mektep) olarak isimlendirilir ve 4+3+3 olmak üzere toplam eğitim süresi on yıldır. Burada kademeler arası geçişte sınavlar olmazdı. Yalnızca ilkokul dördüncü sınıfın bitiminde bir sınav yapılır, başarı puanına göre ortaokulda sınıflar belirlenirdi. Bizim dönemde kız ve erkek öğrenciler ayrı sınıflarda okurlardı. 1955 yılında ilkokul üçüncü sınıfta devlet sınıfları birleştirdi ve karma eğitime dönüldü. Okullar eve yakın olmalı, ana arterleri geçmemeliydi ve sınıf mevcutları otuz beş öğrenciyi geçmemeliydi. İlkokulda anadili, matematik, güzel yazı, üç tane de yabancı dil almak zorunluydu. Ben bir Rusça, iki Arapça, üç İngilizce almıştım. Bu dil seçimleri bölgeye göre değişirdi. Müzik, resim, spor vesaire türü dersler de işlenirdi. Sovyetlerdeki eğitim sisteminin temelleri Çar Rusya’sındaki eğitim sistemine dayanır. Çar Rusya’sı Alman Eğitim Sistemindeki teknik okullar ve Gymnasium türü okulları benimsemiş ve uygulamıştır. Ortaokulda başarısız öğrenciler sınıfta kalır, yazın derslere devam eder, yine başarısız olursa sınıf tekrarı alırdı. Ortaokulda bu derslere ilaveten tarih, biyoloji, matematik, fizik, kimya, coğrafya dersleri verilirdi. Fen derslerinin mutlaka laboratuarı yapılırdı. Lisede ise alt dersler olarak botanik, zooloji, insan fizyolojisi, evrim teorisi, cebir, geometri, trigonometri, düzlem ve üç boyutlu geometri, mekanik, termodinamik, elektrik ve manyetizma, organik ve inorganik kimya dersleri verilirdi. İkinci sınav olarak ortaokul yedinci sınıfın bitiminde bir sınav daha yapılırdı. İsteyen teknik okullara (peşe mektepleri) giderdi, isteyen okullara giderdi. Devlet teknik okullarda okuyan öğrencilerin her türlü ihtiyacını karşılardı. Onlar mezun olduktan sonra fabrikalarda çalışmadan ve üç yıl mecburi hizmeti yapmadan üniversiteye geçemezdi. Fakat yüksek puanla mezun olanlar bundan istisna tutulurdu. Ben fizik ve matematik olimpiyatlarına katılıp başarılı olunca, fen lisesinde okumaya başladım. Bu lisenin mezunları Sovyetler Birliğinde altı üniversite hariç diğerlerine sınavsız girebilirdi. O ayrıcalığı vardı. Normal bir liseden mezun olan bir öğrenci hani alanı seçiyorsa, o üniversiteye belgelerini veriyor ve orada yapılan beş aşamalı sınava giriyordu. O yıl üniversiteyi kazanamayan öğrenci diğer yıl sınava müracaat etmek için bir yıl çalışmak zorundaydı.
SY: Hocam döneminizde okul öncesi eğitim nasıl işliyordu?
EM: Yeni doğan döneminde özellikte altı aydan itibaren çalışan anneler için gündüz bakımevi ve kreş (körpe evi) vardı. Devlet bu dönemdeki çocukları mama, bez vesaire masraflarını karşılardı. Üç yaşından sonra anaokulu vardı. Burada her grupta öğretmen ve yardımcısı vardı. Burada verilen her türlü hizmetin masrafını yine devlet karşılardı. Okul öncesi çocuk eğitimi ve sağlığı Sovyetler Birliğinde en önemli devlet politikasıydı. Çocuk doğduktan sonra sağlık memurları evlere gider, size yaptırmanız gereken aşıları belirtir. Siz aşıları yaptırırsanız sorun yoktur. Yaptırmaz ve direnirseniz, bir takım cezai müeyyideler uygulanır. En son demde altı aydan sonra çocuğun velayeti aileden alınır, çocuk devletin bakımına alınır. Burada toplum salığını riske atacak hiçbir açık kapı bırakılmazdı.
SY: Hocam üniversite eğitimine dönmek isterim. Hangi bölümde okudunuz?
EM: Fen lisesinden sonra özerk askeri statüde olan Fizik Teknik Üniversitesine evraklarımı verip müracaat ettim. Burada beş sınavdan geçiyoruz. Hani alandan girmek istiyorsanız, onu ilgilendiren derslerden sınava tabi tutulurdunuz. Ben gitmek istediğim bölüm için matematik yazılı ve sözlü sınav, Fizik, Kimya ve Edebiyat sınavlarına girmiştim. Azerbaycan dilinde eğitim veren bir üniversiteye gidiyorsanız, size imla kuralları sınavı uygulanıyor, Rus dilinde eğitim veren bir üniversiteye gidiyorsanız, o dilden sınav olurdunuz. Puanlar beş puan üzerinden değerlendirilir. Edebiyat önemliydi. Dünya edebiyatı ortaokul ve lise döneminde verilirdi. Mesela ben, Türk Edebiyatından, Reşat Nuri Gültekin’in Çalıkuşu romanı, Yahya Kemal Beyatlı’nın Sessiz Gemi şiiri, Nazım Hikmet’in Yeditepe İstanbul, Ben Bir Ceviz Ağacıyım, Aziz Nesin’in bir Amerikalı casusun itiraflarını içeren eserini sormuşlardı. Eser hangi dilde ise oradan sorulan pasajı o dilde anlatmak durumundasınız. Sovyetler Birliğinin eğitim sistemi mükemmele yakın bir sistemdi. Devlet size beş yıllık eğitiminiz için burs veriyor. Bursunuz her dönem başarınıza göre yeniden gözden geçirilirdi. Başarısız olduğunuz dersler için telafi sınavı hakkı verilirdi. Diğer derslerin ortalamasına göre rektör ikinci bir telafi hakkı verirdi. Onu da başaramazsa, bölümden atılırdı. Artık ertesi yıl yeni bir üniversite aramak zorundaydı.
SY: Fen lisesinden sonra neden fizik bölümünü seçtiniz?
EM: Sovyetler Birliğinde temel bilimlere büyük önem verilirdi. Hatırlanırsa, 1957 yılında Sovyetler Birliği uzaya ilk uyduyu fırlattı. 1961’de uzaya Yuri Gagarin isimli Rus Astronotu göndermişti. Soğuk savaş yıllarında yine temel bilimler, savunma sanayi için oldukça önemliydi. Okuduğum okul da savunma sanayine eleman yetiştiriyordu. Sınavda sorulan sorular TÜBİTAK Bilim Olimpiyatlarında sorulan sorular gibiydi. Bizim üniversite savunma sanayinin beklentilerine göre insan yetiştirdiğinden öğrencilerine güvenlik soruşturması da yapardı. Bizler devletin planladığı alanlarda uzmanlaşırdık. Üniversite birinci ve ikinci sınıfta temel teorik dersleri verip, üçüncü sınıftan itibaren araştırma merkezlerine, laboratuar ve ar-ge uygulamalarına başlardık. Bizlere normal şartlarda çalışan bir mühendisin maaşı kadar burs verilirdi. Bu burs Savunma Sanayi Bakanlığı tarafından verilirdi. Başarınıza göre burs miktarı da artardı. Eski savaşlarda özellikle 1940’larda erkek nüfusunun azlığı nedeniyle, on sekiz yaşını dolduranları askere alıyorlardı. Kara kuvvetlerinde üç yıl, deniz kuvvetlerinde dört yıl, hava kuvvetlerinde beş yıl askerlik yapılırdı. Seçimi devlet sağlık vesaire durumları göz önünde bulundurarak yapardı.
SY: Sizin askerliğiniz hangi alanda gerçekleşti?
EM: Ben deniz kuvvetlerinde askerlik yaptım. Ben üniversitede okuduğum ve güvenlik soruşturmasından geçtiğim için denizaltıda kritopcu olarak görev yaptım. Denizaltıya göndermeden önce kripto üzerine on ay eğitim aldım. Bizim görev yaptığımız denizaltı, nükleer denizaltı idi. Denizaltı normalde 400 metre kadar derinlerde olur. Günde bir defa yüzeye yakın seviyeye yükseldiğinde uzun dalgalarla bilgileri kripto kuralına uygun bir şekilde karaya aktarır ve karadan bilgi alırdık. Seyahatlerimiz 90 gün ile 125 gün arasında olurdu. Tek sorunu oksijen azlığıydı. Örneğin parmağımızda bir yara olsaydı, oksijen azlığından dolayı uzun süre iyileşmezdi. Karaya çıktığımızda tüm elbiselerimiz imha edilir ve bizleri bir ay hücrelerimiz yenilensin diye Kırgızistan dağlarına götürürlerdi. Bizlere orada hergün yeni hücre üretimi hızlansın ve radyasyon atılsın diye kırmızı şarap ve bitter çikolata verirlerdi. Denizaltı da iki dramatik olay yaşadık. Nükleer denizaltıda çıkan yangın çıkmıştı. Her birim ayrı bölmedeydi, bölmelerin birinde yangın çıkarsa o birimdekiler söndürmek zorundadırlar, söndüremezlerse hepsi ölürdü. Bir bölmede çıkan yangında denizaltı komutanın küçük kardeşi de vardı. Acil durumda bölmenin iki şifresi vardı biri komutanda diğeri kripto olarak bendeydi. Komutan kendi şifresini açtı, silahı kafama dayayıp, benim de açmamı istedi. Ama kurallara uymak zorundaydım ve emre itaatsizlik edip, açmadım. Maalesef o altı asker yanarak öldüler. Biz Grönland civarında uluslararası sulardaydık. SOS sinyali gönderdik. Amerikalılar yardım etmek istediler ama kabul edilmedi. Sovyetler Birliğinin gemileri geldi, bizleri yedeğe alıp, denizaltıyı da çekip, Murmansk Limanına götürdüler. Bu olayları rapor ettik. Ben kanunlara uygun hareket ettim ve seksen askerin hayatını kurtarmıştım. Komutan ise raporu verdikten sonra intihar etmişti. O zaman görevin hakkını vermek için kanunlara uygun davrandık ama şimdiki yaşımda baktığımda oldukça üzücü bir olaydı. Terhis olmaya altı ay kala karaya çıkardılar. Bizim herhangi bir problemimiz var mı yok mu gözlediler. Üniversiteye tekrar döndüğümde dördüncü ve beşinci yılı birleştirip, toplam dört yılda mezun oldum. Mezuniyetle birlikte Rusya Vavilov Devlet Optik Enstitüsünde çalışmaya başladım.
SY: Akademik hayata geçişiniz nasıl oldu?
EM: Çalıştığımız yer dışarıya kapalı bir birimdi. Biz orada elektrooptik modülatörler, optik ve akustik modülatörler çalışıyorduk. Aynı zamanda ilk doktorama başlamıştım. 1972 yılında ilk yurtdışı sunumu buradaki çalışmayla yaptım. İsviçre Zürih’teki kongreye davet almıştım. Ama savunma sanayinin enstitüsünde çalıştığımızdan dolayı bizi Sovyetler Birliği Devleti yalnız göndermiyordu. Yanımıza kendi adamlarını asistan olarak takıyorlardı. Kongrede bana iki Amerikalı bana yakınlık gösterdi, sorular sordular. Bana sizin çalıştığınız merkeze gelebilir miyiz, dediler. Evet dedim. Sizi Amerika’ya davet etsek, gelir misiniz, diye sordular. Evet dedim. Çünkü devletimiz ne söylenirse, olumsuz cevap vermememiz hususunda uyarı yapmışlardı. Döndüğümüzde ben de, yanımızdaki görevli de görüşmelerimizi tek tek rapor ediyorduk. Dört beş hafta sonra beni araştırma merkezinin müdürünün odasına çağırdılar. Müdür hem profesördü hem de general rütbesine sahipti. Gittiğimde odasında iki kişi daha vardı. Paşa ben içeri girince siz görüşün deyip kendisi çıktı. Anladım ki o iki isim üst düzey KGB teşkilatı elemanıydı. Bana, Zürih’te görüştüğün kişiler seni ziyaret etmek isterler ama buraya onların girmesi uygun değil, sen onları Baki Devlet Üniversitesinde karşılayıp, oranın birimlerini göstereceksin, dediler. Amerikalılar Sovyetler Birliği Büyük Elçiliğinden izin almak istiyorlar, ama izin verilmiyor. Onlar da turist olarak girmeyi planlıyorlar. Onların geleceği gün ben onları Bakü Devlet Üniversitesindeki bana geçici tahsis edilen odada bekledim. Bakü Devlet Üniversitesinde ziyarete geldiler. Benim etrafımda yine asistanlık yapan şahıslar yer alıyor. Gelenler Ferroelektrikler dergisinin yayın editörü ve Amerika’daki Askeri Araştırma Laboratuarının başında olan isimler. Üniversiteyi ve laboratuarları gezdirdim ama bana sen orada bahsettiğin çalışmaları bu ortamda yapamazsın dediler. Haklıydılar ama bizim arka planı anlatma yetkimiz yoktu. Onlar durumu çaktılar, beni Amerika’ya davet ettiler ve geri ülkelerine döndüler. O tarihte ilk doktoramı Fizik Teknik Enstitüsünde savundum. Amerikalılar her dört beş ayda bana bir mektup gönderirlermiş ama benim adıma merkezden birileri cevap verirmiş ve meşgul olduğumdan bahsedermiş. Amerikalılar mektubun benden gelmediğini anlamışlar. 1974 yılında Amerika’ya ilk defa halk tarafından seçilmeden başkan olan Gerald Ford’a durumu iletmişler. Bu yıl Amerika ve Sovyetler Birliği arasında stratejik silahların hesaplaşması hususunda bir antlaşma imzalanıyor. Antlaşma sonrası Gerald Ford, Sovyetler Birliğine ziyarete geliyor. Onun bilim danışmanı bir fizikçiymiş. Geldiğinde Sovyet yetkililere bir mektup veriyor. Bunun üzerine Amerika’ya gitmek için izin çıkıyor ama işlemler iki yıldan fazla sürüyor. 1977 yılında Kaliforniya’ya gittim. Orada küçük yabancılara kapalı bir kasabada göreve başladım. Aynı zamanda Stanford Üniversitesi ve Haltex’te dersler veriyordum. Oradan çalışmalar bitince Japonya’ya geçtim. Japonya’da Sumitomo ve NEC Şirketi davet etmişti. Sonra ikinci doktoramı (Habilitation Doktorate) yapmak için Sovyetlere geri döndüm. Döndüğüm tarihte Perestroyka yani yeniden yapılanma süreci gerçeklemiş ve Sovyetler Birliği artık dağılmıştı.
SY: Hocam burada özel bir soru sormak istiyorum. Elnara hanımla nerede, ne zaman ve nasıl tanıştınız?
EM: Elnara hanımın ailesi de bizim büyüklerimizin maruz kaldığı sürgüne tabi tutulmuşlar. Solovetsky Adalarında sürgündeyken ailelerimiz arkadaş olmuşlar. Ben orada doğduktan üç ay sonra Elnara doğuyor. Aileler o zaman bizim adımıza, bunları ileride evlendirelim, diyorlar.
SY: Kader sanki o zaman sizin hayatınızı, geleceğinizi belirlemiş.
EM: Sürgün bittikten sonra ayrılıyoruz. Herkes kendi memleketine dönüyor. Ben Saint Petersburg’ta çalışmaya başladığımda, telefon etmek için postane kabininin önünde sıra beklerken orada Elnara ile tanışıyoruz. Ama sürgünden ayrılırken altı yaşında olduğumuz için onun sürgündeki Elnara olduğunu bilmiyorum. O da orada endüstri mühendisliğinde yüksek lisansını savunuyormuş. Sonrasında birkaç kez daha görüştük ve kendisi Bakü’ye dönmüştü. Babam geleneklerine düşkün birisiydi. Babamla aramızda saygıyı temsil eden bir perde var ve hayatının sonuna kadar kendisine “siz” diye hitap ederdim. Anneme birgün söylemiş, Emirullah’ın ağzını bir yokla, Azerbaycan’da Bakü’de gönlünden geçen birisi yok mu, yoksa gidip Rus kızlarını alır, demiş. Annem bana sorduğunda, evet tanıştığım birisi var, böyle özelliklerde birisi, Bakü’de şu semtte oturuyorlarmış, dedim. Annem de dur benim o semtte bir arkadaşım var ondan sorayım, dedi. Annemin ismi de arkadaşının ismi de Nuriye’dir. Nuriye hanıma, sizin orada böyle böyle birisi var mı diye soruyor. Nuriye Hanım da yahu sen bizim kızı tarif ediyorsun, diyor. Ondan sonra biz evlendik. Evlendiğimde yirmi dört buçuk yaşındaydım. Şu an elli bir yıldır evliyiz. Darısı diğerlerinin başına olsun.
SY: Evlilikten sonra akademik çalışmalarınız ve çalışma hayatınızda ne gibi değişiklikler oldu?
EM: Evlilikten sonra ikinci doktoramı savundum. Roma’daki Sapienza Üniversitesinden elektrik-elektronik bölümünden bana davetiye geldi. Orada çalışırken Sovyetler Birliği dağılmak üzereydi. Roma’da rastlantı olarak Türk Dünyası Araştırmaları Başkanı rahmetli Turan Yazgan ile tanıştım. Bana espriyle “Ne var bu gâvur memleketinde? Bak Sovyetler de dağılmış. Gel bize, Türkiye’ye gel” dedi. Sonra beni iki haftalığına Türkiye’ye İstanbul’a davet etti. Orada enteresan bir isimle tanıştım. 1951 yılında İstanbul Teknik Üniversitesinden mezun olmuş, Necmettin Erbakan, Süleyman Demirel ve Turgut Özal ile yakın diyalogda arkadaş olan bir isimdi; rahmetli Turgut Öztaşkın. Aramızda en zekisi Erbakan’dı, dedi. Onun çok etkili bir isim olduğunu anladım. Görüşmeden bir gün sonra TÜBİTAK’tan ve Türkiye Atom Enerjisi Kurumundan aradılar. O zaman TAEK’in başkanı Atilla Özmen’di. Çekmece Nükleer Araştırma Merkezini gezdirdiler. İstanbul Teknik Üniversitesinde konferans verdim. Geldiğim tarihlerde İstanbul’da su sıkıntısı vardı. İnsanlar 1991 yılında ellerinde su taşıyorlardı. Bu çağda bu görüntü bana nahoş gelmişti. Turgut Öztaşkın bana sen buraya para kazanmak için gelmişsin. Türkiye’nin ekonomik, yaşanılabilir kentlerinden biri Adana’dır. Seni Çukurova Üniversitesine gönderelim dediler. Kabul ettim ve Çukurova Üniversitesinde çalıştım. Çukurova’da 2011 yılında emekli olana kadar tam 20 yıl çalıştım. Göreve başladıktan kısa bir süre sonra ASELSAN’dan arayıp, beni konferans vermek üzere davet ettiler. O dönem genel müdürü rahmetli Hacim Kamoy’du. Kendisi bizi çok iyi karşılamıştı. Çukurova’daki görevle birlikte yaklaşık on üç yıl ASELSAN’da, Milli Savunma Bakanlığı Ar-Ge ve Satem Komutanlığında görev yaptım. Zaman zaman ders vermeye gidiyordum.
SY: Bahsettiğiniz kurumlarla ilişkiler nasıl gelişti. Onlar mı sizi keşfetti, yoksa birileri mi önerdi?
EM: Öyle düşünüyorum ki, beni bu kurumlara tavsiye eden rahmetli Turgut Öztaşkın olmuştur. Unutmam, 1992 yılında Çukurova Üniversitesinde rektörlük seçimi olmuştu, rahmetli KBB uzmanı Can Özşahinoğlu rektör seçilmişti ve bizim bölüme ziyarete gelmişti. Herkes taleplerini iletiyordu, ben de bir köşede oturuyordum. Can Özşahinoğlu herkesi dinledi ve “Bana niye söylüyorsunuz, bak bölümünüzde eli daha uzun isim var; Emirullah hoca. Ona söyleyiniz” diye espri yaptı. Herkes birden bana döndü ve dağılmış bir ülkeden gelmiş gariban bir hoca olarak görüp, bu mu bize yardımcı olacak diye baktılar. Onlara, “Biliyor musunuz Emirullah hoca kimdir? Benim rektör atamam yapıldıktan sonra Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın arayıp, Emirullah hocaya sahip çıkın” dediler. Ondan sonra bölümde bana daha kolaylaştırıcı, daha yakın bir tavır beklerken, tam tersi oldu.
SY: Büyük zatların aracı olması aleyhinize mi döndü?
EM: Evet iki hususta zorluğunu yaşadım. Birincisi sözleşmeli yabancı uyruklu statüsünde çalışıyordum. Her yıl sözleşmenin uzatılmasında ağırdan alma sorunları yaşıyordum. Diğer bir sorun ise bölüme ASELSAN’dan gelen yazıda görevlendirilmem isteniyordu. Ama bölümdekiler neden biz dururken onu çağırıyorlar diye itiraz edip, benim yerime farklı bir ismi öneriyorlardı. Hatta benim yerime başka bir ismi önerip, dekan Melih Boral’da imzalayıp, yazı rektörlüğe gönderildiğinde rektör dekanı arayıp, sizden başka bir ismi değil, Emirullah hocayı görevlendirmeniz isteniyor. Uygunsa evet, değilse hayır demekten başka tercihiniz yok, denilmiş. Böylece bu sıkıntılar aşılmış oldu.
SY: Hocam Türkiye’de kaç tane doktora öğrencisi yetiştirdiniz?
EM: Benim yönetimimde doktorasını tamamlayan öğrenci sayımız on dörttür. Bunların ikisi kadın akademisyen, diğerleri erkektir. Bunların pek çoğu profesörlüğe yükseldiler. İlk profesör olan öğrencim de sizsiniz. Bunun dışında dolaylı destek verdiğimiz farklı isimler de oldu.
SY: Sağolun hocam, emeğiniz büyüktür üzerimizde.
EM: O tarihlerde AB kapsamında imzalanan protokol gereği Türkiye bilimsel araştırmalara ayırdığı bütçeyi, % 0,1’den % 1,6’ya çıkarıyor. Bunun üzerine TÜBİTAK’ta SAVTEK Savunma Teknolojileri Araştırma Grubu kuruluyor. Güzel projelere imza atıldı. Ben de o grupta bulundum ve pek çok projenin izlenmesi ve moderatörlüğünde bulundum. O tarihlerden önce Türk Vatandaşı da olmuştum. Bana gelip Bilkent’te çalışsanız diye teklif geldi. Ben de 2011 yılında altmış beş yaşındayken emekli olup, Bilkent NANOTAM’a geçtim. Hala orada çalışıyorum.
SY: Hocam biraz da çocuklarınızdan bahsedelim? İki kızınız var, nerede ve ne işle meşguller?
EM: Evet iki kızım var. Büyüğü Nergiz, biyoloji alanında Amerika Boston’da bir üniversitenin merkez laboratuarında çalışıyor. Evli ve iki çocuğu var. Kız torunum Boston Üniversitesini okudu, arkasından Kaliforniya Üniversitesinde Tıp üçüncü sınıfta başarılı bir öğrencidir. Diğer erkek torun lise birinci sınıftadır. İkinci kızım Nigar ise Dokuz Eylül İngilizce İşletme mezunu olup Ankara’da yaşıyor. Evli ve iki çocuğu var. Bir süre Savunma Bakanlığına bağlı bir şirkette çalıştı. Büyük oğlan torun fen lisesinde okuyor. Küçük kız torun ise ilkokuldadır. Eşim Azerbaycan’da çalışıyordu ama burada çalışmıyor.
SY: Hocam bilim adına aldığınız ödüllerden bahseder misiniz? Sizin geçtiğimiz yıllarda aldığınız bir devlet ödülü vardı.
EM: Bizlerde devlet bilim ödülleri iki yılda bir verilir. Fen bilimleri, sosyal bilimler, sağlık, edebiyat ve sanat alanına verilir. Sovyetler Birliği zamanında 1977 yılında aldığım ödül vardı. Onu gençken aldım. İkinci ödülü 1988 yılında yetmiş yaşımdayken Azerbaycan’da aldım. Beş yıl önce de Azerbaycan Devleti tarafından Devlet Emektar Bilim İnsanı Ödülü aldım. Böylece devlet bilim insanı ünvanını almış olduk. Bu ödülün ardından rahmetli kardeşim Nazım Mamedov tarafından benimle ilgili isimlerin değerlendirmelerinin yer aldığı bir biyografi kitabı hazırlandı.
SY: Geneli ilgilendiren bir soru sormak isterim. Siz Sovyet Rusya’sında, Azerbaycan’da, dünyanın farklı ülkelerinde ve son olarak Türkiye’de yaşamış, hayat ve bilim tecrübesi olan bir isimsiniz. Bugün size Türkiye’nin yönetimi verilse ve buyurun neyi değiştirmek istiyorsanız değiştirin denilse, neleri değiştirmek isterdiniz?
EM: Türkiye’de eğitim sistemi çok sık değişiyor. İnsanlar ve uygulayıcıları daha birine alışmadan birinin sonuçları belli olmadan bir başka sistem getiriliyor. Adeta sistem değiştirmek burada bir hastalık halini almış. Ben öncelikle uzun vadeli bir sistem hedeflerdim ve ona yirmi beş yıldan önce kimseye müdahale ettirmezdim. Ders kitapları çok sıklıkla değişiyor. Devlet kitabı basar, bu hangi okul türü olursa olsun hepsinde standart okunur. Burada her sene kitap değişiyor. Eğer müfredata yeni bir konu girmişse, ek olarak ilave edilebilir. Sıklıkla kitap değiştirmek, birilerine imkân sağlamaktan öte bir şey sağlamaz. Müfredat ve kitapları uyumlu hale getirir, iyi bir komisyona kitabı hazırlatır, uzun süre o kitapların okutulmasını sağlardım. Eskiden bizim büyüklerin kitaplarını aynen bizler ve bizden sonrakiler kullanırdı. Bu kadar kâğıt israfına gerek yoktur, diye düşünüyorum. Bence eğitim alanı ülkenin en zayıf olduğu alandır. Geldiğimizde 1991’de bir tek Anadolu Lisesi vardı, sonra hepsi Anadolu Lisesi oldu. Ahırda bile Anadolu Lisesi oldu. Sınıflar çok kalabalık, eğitim verimli olmaz. Ardından ilkokullara bir anda öğretmen dışında herkesin ataması yapıldı. Bana göre eğitimin cenazesinin tabutuna ilk çivi o zaman çakıldı. Bir diğer önemli konu ise her ile mantar gibi üniversite kuruldu. Tamam, Amerika’da ve Avrupa’da da ülkede sayısız üniversite var. Oralarda öğrenci başlasa bile bitirmesi kolay olmuyor. Onların da iyileri mezun, diğerleri diploma verir. Bir de sürekli politik kaygılarla af çıkarılıyor. Buradaki üniversitelerde bölümde hoca yok bölüm kurulmuş. Biz, Mersin’e, Maraş’a Niğde’ye, Şanlıurfa’ya resmen taşımalı eğitim gibi derse gittik. Öğrenci mezun oluyor, kendisinin eğitimini ODTÜ ve Boğaziçi ile denk görüyor. Ne iş yaparsın denildiğinde amele gibi, ne olsa onu yaparım diyor. Bu nedenle kurulan üniversitelerin altyapısını, insan kaynaklarını önce güçlendirirdim. Öğrenciyi daha sonra alırdım. Popülist yaklaşımlar ve politik kaygılar eğitimin niteliğini sorgulatır hale getirmiştir.
SY: Sevgili hocam, hayata dair tecrübelerinizi bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederiz. Üzerimizde emeğiniz çoktur. Röportaj için yüreğinize sağlık.
EM: Biz teşekkür ederiz. Başarılar dileriz.
-----------------------------------
(*) Röportaj: Prof. Dr. Süleyman Yılmaz, ASÜ Eğitim Fakültesi