EĞİTİMCE RÖPORTAJ -6-

21 Ocak 2022 / Adana Adana’dan 78 yaşında emekli ama hala hayatın merkezin

Haberi Sesli Oku
Anahtar Kelimeler: EĞİTİMCE RÖPORTAJ --
Anahtar Kelimeler: EĞİTİMCE RÖPORTAJ --

Merhum Başbakan Mesut Yılmaz Bursa'da anılacak

Merhum Başbakan Mesut Yılmaz Bursa'da anılacak

Hafızlık ve Kur’an-ı Kerim’i Güzel Okuma Yarışması'nda ödüller sahiplerini buldu

Hafızlık ve Kur’an-ı Kerim’i Güzel Okuma Yarışması'nda ödüller sahiplerini buldu

İnternetten satışlara ayar! 1 Nisan 2025'te yürürlüğe giriyor

İnternetten satışlara ayar! 1 Nisan 2025'te yürürlüğe giriyor

Kalkınma Yolu'nda hedef yerli ve milli tren seti

Kalkınma Yolu'nda hedef yerli ve milli tren seti

21 Ocak 2022 / Adana

Adana’dan 78 yaşında emekli ama hala hayatın merkezinde olan Prof. Dr. Gülsen Önengüt (GÖ) hocamız ile akademik, sosyal ve mesleki deneyimleri üzerine röportaj (*)

SY: Gülsen hocam sizi tanıyabilir miyiz?

GÖ: Gülsen Önengüt, emekli Fizik Profesörüyüm, 1944 yılında Antalya doğumluyum. Memur çocuğuyum, babam orada çalışırken doğmuşum. Doktor bir babanın ve öğretmen bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelmişim. İki buçuk yaşında iken Samsun’a gelmişiz.

SY: Hocam eğitim süreçlerinden bahseder misiniz?

GÖ: Samsun’da ilkokul, ortaokul ve Samsun Ondokuz Mayıs Lisesinde lise birinci sınıfı okudum. Sonra İstanbul’a geldik, Lise iki ve üçü Nişantaşı Kız Lisesinde okudum. Güzel bir arkadaş grubumuz var ve o sıradaki sınıf arkadaşımla hala İstanbul’da buluşuyoruz. Matematik ve Fen dersleri iyi olan bir öğrenciydim. O zaman öyle öğrencilerin mühendis olması gerektiğini düşünüyordum. Klasik usulle zor bir giriş sınavı olduğundan İstanbul Teknik Üniversitesine (İTÜ) girmeye hazırlanıyordum. İTÜ’nün sınavı son baharda oluyordu ama Haziran ayında Robert Koleji Yüksek Okulunun bir giriş sınavı olduğuna dair okula bilgi geldi. Ona katıldım ve bütün eğitimimi karşılayan Fulbright bursu aldım. 1965 yılında Amerikalıların kurduğu şimdiki Boğaziçi Üniversitesinde dört yıl elektrik mühendisliği okudum. Orada birinci sınıfta çok etkileyici fizik hocamız vardı, Amerikalı Berkeley Üniversitesinden gelmiş Alman asıllı Fizik Profesörü Hans Welian isminde, onun etkisiyle mühendislikten fazla fizik çalışmak istediğime karar verdim. Ama lisans derecesini mühendislikte bitirdim. Yalnız, fizik bölümünde verilen bütün dersleri de aldım. Şimdi, bu çift anadal dedikleri türden bir eğitim aldım.

SY: Fiziği seçmenizde o hocanızın etkisi çok oldu sanırım.

GÖ: Evet, fiziği seçmemde onun etkisi çok oldu. Onu o dönemki herkes çok iyi hayırlar, çok iyi bir hocaydı ama zor bir hocaydı. Sınıfın büyük çoğunluğunu dersten bırakırdı. Sıkı ve zorlayıcıydı. Ben mutlaka başarmalıydım, Fulbright bursuyla okuduğum için bursum riske girebilirdi. Fizik dersinden başarılı olabilmek için çok çabaladım ve sonunda fizik dersi çok hoşuma gitti.

SY: Hocanız, Hitler döneminde Türkiye’ye gelen Atatürk’ün kabul ettiği bilim insanlarından birisi miydi?

GÖ: Hayır, hayır. Onlar daha eski bilim insanlarıydı. Hocamız gençti. 1961-1965 yılları arasında Robert Kolejinde okudum. Okulumuz Amerikan Okulu olduğundan oralı hocalar yurtdışı deneyimi olsun diye geliyorlardı. Ondan sonra zaten Berkeley’e döndü.

SY: Oradan mezun olduktan sonra ne yaptınız?

GÖ: Mezun olunca doktora öğrencisi olarak bursla Amerika’daki Massachusetts’te Brandeis Üniversitesine gittim. Orada ilk yılın sonunda evlendim. Eşim subaydı ve o da orada yüksek lisans yapıyordu. 1967 yılında eşimin yüksek lisansı bitince Türkiye’ye dönmemiz gerekti. Dolayısıyla oradan bir master derecesi aldım, doktora yapamadan döndüm.

SY: Eşinizle birlikte Türkiye’ye döndünüz, asistanlığınız da o zaman mı başladı?

GÖ: Evet, 1967 senesinde doktoraya Ankara’da Ortadoğu Teknik Üniversitesinde (ODTÜ) fizik bölümünde başladım ve aynı zamanda asistan oldum. ODTÜ yeni bir üniversiteydi. Fizik bölümünde asistanlığa başlamamız zor olmadı. Brandeis Üniversitesinde yüksek lisansım da fizik alanındaydı. Yani mühendisliği lisanstan sonra tümüyle terk ettim. 1972 yılında ODTÜ’de doktoramı tamamladım ve fizik bölümünde öğretim görevlisi oldum. 1974 yılında yardımcı doçent oldum. O tarihlerde yardımcı doçentlik asistan profesörlük olarak tarif edilirdi ve mevzuatı özel olan ODTÜ’de vardı. ODTÜ’de idari işleyişi mütevelli heyet denilen bir kurul yönetirdi.

SY: Asistanlığınız döneminde Erdal İnönü ile tanışmanız nasıl oldu?

GÖ: ODTÜ yılları ilginç yıllardı. 1967’de ODTÜ’ye girdim, 1968’de öğrenci olayları başladı. Benim için oldukça karışık bir dönemdi. O sıralar Erdal İnönü Fen Edebiyat Fakültesinde dekanımızdı. Sonra bir ara da rektörümüz oldu. Şanslı insanlardık; Erdal İnönü, Feza Gürsey ve Cahit Arf gibi son derece değerli hocalarımızın yanında yetiştik. Sırf bilimsellikleri değil, aynı zamanda genç kuşağa çok destek olmaları bizim için önemliydi. Aynı zamanda çok demokratiktiler. Benim daha sonra diğer üniversitelerde gördüğüm hiyerarşi falan aramızda hiç yoktu. Öyle pat diye Erdal Beyin ofisine girer, derdimizi anlatıp, çıkabilirdik.

SY: Biraz sanki Erdal Beyin kendi şahsına münhasır bir durum muydu? Kendisini çeşitli kongrelerde, konferanslarda görüp, tanıştım. Oldukça mütevazı, alçakgönüllü, ulaşılabilir bir isimdi.

GÖ: Ama Feza Gürsey ve Cahit Arf’te de vardı bu özellikler. Biz hem fizik ve matematik açısından hem de sosyal hayatın işleyişi açısından çok şanslıydık. Her Cuma akşamı Feza Beyin evinde bir açık ev toplantısı olurdu. O esnada yenilir, içilir, bilimden, sosyal hayattan konuşulurdu. Son derece samimi ve demokratik bir ortamdı. Ama aynı zamanda karmaşık bir dönemdi. Sağ sol olayları başlamıştı. Feza Gürsey o yıllarda sözleşmesi gereği iki yıl Yale Üniversitesinde iki yıl ODTÜ’de tam zamanlı çalışırdı. Ama ne yazık ki bir yerden sonra ilerde bir rektör tarafından Yale Üniversitesine gitmesi engellendi. Ne yazık ki Feza Bey ODTÜ’den ayağını çekmek zorunda kaldı.

SY: Doktora hocanız kimdi?

GÖ: Benim doktora hocam Perihan Tolun’du. İngiltere’de doktorasını yapmış ve Türkiye’ye yeni dönmüştü. Oldukça genç bir isimdi. O dönem bölüm başkanımız Erdal İnönü’nün sınıf arkadaşı olan Adnan Şaplakoğlu idi. Adnan bey politik görüşü farklı birisiydi. Olaylar başlayınca tavırları değişti ve bölümde ayrım yapmaya başlamıştı. ODTÜ geleneklerinin dışında kendi laboratuarına kendine yakın isimleri öğrenci ve asistan olarak alıyordu. Bununla da kalmayıp, onlarla diğerleri arasında ayrım yapıyordu. O zaman ODTÜ’nün imkânları çoktu, Ford Bursları, EID Bursları gibi. Bir yerde onların hepsi bölüm başkanımızın tercih ettiği isimlere gidiyordu. Ama bölümün tüm yükünü bizler çekiyorduk. Durumdan şikâyetçiydik. Birkaç kişi bir araya geldiğimizde, bu durum böyle devam edecekse, bize burada gelecek gözükmüyor, derdik. Bu durumda kendimize yeni imkânlar arayalım, ama önce gidip dekanımız Erdal beyle görüşelim, dedik. Gittik konuştuk. Erdal Bey siz işinizin başına dönüp onunla ilgilenin, ben sizin probleminizi çözeceğim, çok acele etmeyin, dedi. Birkaç ay sonra Adnan Beyin bölüm başkanlığı süresi dolmuş, Erdal Bey de onun yerine danışmanım Perihan Hanımı atamış. Hocam oldukça gençti ve o tarihte ODTÜ ayrı bir yasaya tabiydi ve bir yardımcı doçent bölüm başkanlığına atanabiliyordu. Yani profesör dururken bir yardımcı doçent bölüm başkanı atanmıştı. Erdal Beyin bulduğu çözüm buydu. Adnan Bey durumu kabullenemedi. Buna büyük bir tepki verdi ve sonuçta bir gün Perihan hanıma zorla bir şey imzalatmak istemiş, kabul etmeyince kaba şiddete başvurmuştu. Biz Perihan Hanımı gördüğümüzde gözlüğü kırılmış, burun kesilmiş, ağzı burnu kan revan içinde kalmıştı. Perihan Hanımı o halde görünce ben Adnan Beyin arkasından koşturdum, arabasına binerken yetiştim. Bir kadına böyle bir şeyi nasıl yaptınız diye tepki gösterdim. Etrafta kalabalık toplanmıştı. Arabasına binip, giderken kalabalıktan da tepkiler yükseldi. Kalabalıktan bir diğer asistan Naif Türetken ve Ertuğrul Kürkçü de bir şeyler söylemiş. Adan hoca da bizlerden davacı olmuştu. 12 Mart 1971 tarihinde muhtıra olunca bizim davalar sıkıyönetim mahkemelerine devredildi. Mahkemede hâkim duruşmada ikimizi ayağa kaldırarak, kocaman cüsseli Adnan hocaya baktı, diğer yandan zayıf minik cüsseyle bana baktı ve Adnan beye beni işaret ederek, bu mu seni tehdit etti, diye sordu. Ben o sıra ikinci çocuğuma da hamileydim. Adnan Bey evet efendim, deyince, hâkim otur, dedi. Orada davadan beraat etmiştim. Maalesef böyle tatsız olaylar yaşadık. O dönemde Adnan Beyden kaynaklı kötü tecrübeler yaşasak da akademisyen olarak yine herkesin arasında iyi ilişkiler vardı. Sonuçta bu olaydan dolayı da Erdal Bey, bir hafta içinde Adnan Beyin sözleşmesini iptal edip, öğretim üyeliğine yakışmayan ve kadına şiddeti içeren davranışlarda bulunmaktan dolayı görevine son verdi. Bu olay 1970 yazında gerçekleşti. Perihan Hanım, Adnan Bey aleyhine dava açtı. O davada biz tanık gösterildik. Adnan Bey o dönem asistan arkadaşlarımızdan kendi doktora öğrencisi, asistanı Atilla Özmen’i şahit göstermiş. Mahkemede ifadeler okundu, gördüm ki doğru olmayan, gerçeği yansıtmayan ifadeler beyan edilmiş. Ben ayağa kalktım, mahkeme heyetinden; Atilla Beye bakarak, ifade verirken yanlış beyan ettiği şeyleri gözüme bakarak tekrarlamasını rica ettim. Atilla gözümün içine bakarak, evet ifademde söylediklerim doğruydu diyemedi. Atilla Bey biliyorsunuz daha sonra hem ÖSYM Başkanlığı, hem de TAEK Başkanlığı yapmıştı.

SY: Üniversitenin genel durumu nasıldı, Erdal Beyin duruşu nasıldı hocam?

GÖ: Erdal Bey, gençlerin iyi ve donanımlı yetişmesi için elinden geleni yapan, ilgili, mütevazı bir insandı. Gençleri her zaman dinler, onların problemlerine çözüm üretmeye çalışırdı. Adnan Bey olayında da sonu mahkemelik olsa da Erdal Bey bölümdeki sorunu çözmede yapıcı ve yatıştırıcı rol üstlenirdi. Gençlerin hep en iyisini yapması için çabalardı ve adil olmaya çalışırdı. Erdal Beyin rektörlüğü de siyasi olaylar açısından karışık bir döneme denk geldi. O zaman Türkiye karışıktı. Evden çıktığımızda ODTÜ’nün kapısından girebilecek miyiz, girsek binadan içeri girebilecek miyiz, onu düşünürdük. Her gün olaylar vardı, bazen dış kapıya barikat kurulur, içeri sokmazlardı. Karlı havalarda Eskişehir yolunda saatlerce bekleriz, belli bir saatten sonra içeri alırlar, içerisi farklı bir karmaşa içerisinde, silahlar patlardı. Kötü olan neydi biliyor musunuz? ODTÜ’de çok iyi öğrenciler o dönemde harcanıp, gittiler. Olayların seline kapılıp, akademideki asli görevleri sekteye uğramıştı. O dönem yani 1972 Mayısında parlak öğrencimiz değildi ama Yusuf Aslan da muhtıra sonrası Deniz Gezmiş’le birlikte asılmıştı. İyi, başarılı öğrencilerimizden Ulaş Bardakçı İstanbul’da Arnavutköy’de sokakta başına kurşun sıkılan polis kurşunuyla öldürülmüştü. Onun acısı hala içime oturur. Gencecik bir insan, başarılı bir öğrenci bu çirkin olayların kurbanı olmuştu. Niye çıktı o olaylar, nasıl karıştırdı ülkemiz, hepimiz gidebilirdik aslında, aklını başına toplayıp, işine devam etmenin zor olduğu dönemlerdi. Bir sürü genç harcandı gitti. Bu atmosferde Erdal Bey her zaman olumlu olmaya, yatıştırıcı olmaya gayret etti ama onun çabaları da maalesef yetmedi.

SY: Erdal Beye asistanlık yaptığınız dönem oldu mu?

GÖ: Evet, Erdal Beyin Rektörlüğü sırasında dördüncü sınıfların Kuantum Mekaniği dersine giriyordu. Oldukça yoğundu, derslerin çoğuna gelemiyordu. Bir gün hiç unutmam, 1970 senesi 21 Ekimde Babamı kaybetmiştim. İstanbul’a bir haftalığına cenaze işleri için gitmiştim. Tam Ankara’ya döndüm, Fakülteye geldim, Erdal Bey aradı. Gülsen başın sağolsun, 09.15’te dersim var, ben gelemeyeceğim derse gir dedi. Derse on dakika var ve ben ilk defa gireceğim, cenazeden yeni gelmişim, yorgunum, moralim yok, derse hiçbir hazırlığım yok, o şekilde dördüncü sınıfların dersine gireceğim. Konu kara cisim ışımasıydı. Tabi Erdal Beyin babası İsmet İnönü o zaman sağdı. Ders girdim, benim için çok kötü, unutulmaz bir tecrübe oldu. O gün bu gündür kara cisim ışımasından nefret ediyorum. Tabi Erdal Beyin dersine girdiği o dördüncü sınıf ODTÜ’ye gelmiş geçmiş en iyi sınıftı. O sınıftan belki yirmi tane akademisyen çıktı. Tekin Dereli, Ramazan Sever, Sinasi Ellialtıoğlu, Yurdahan Güler vesaire. Öyle bir sınıfın önüne o atmosferde derse girdim. Böyle bir sınıfta kara cisim ışımasını anlatmak kâbus gibi dersti. Ama ondan sonra girdiğim tüm derslerde iyi bir hazırlık yaptım. Erdal Bey asistanlığım sırasında epeyce yüklendi ama akademik işleyişte pek çok düşüncemizi de destekledi. Mesela dersin işleyişinde sorumluluk ve yetkiyi verdi. Sınavda kopya çekilse, dediğim şekilde hareket etti. Ben zaten aşırı tedbirlerle bu tür olaylara geçit vermezdim. Erdal Bey emeğe saygı duyardı. Bunun yanında biraz daha affediciydi. Ben, gençliğin de verdiği heyecanla hiç affetmezdim. Çok parlak sınıftı, herkes iddialıydı, birisinin böyle bir teşebbüsü diğerlerine haksızlıktı. Erdal Bey insanları sınıflara koysanız, benim gözümdeki yeri en üstedir. Erdal Bey, Feza bey ve Cahit hoca orada en üstlerdedir.

SY: Feza Gürsey Bey ile ortak çalışma ve ona asistanlığınız oldu mu?

GÖ: O zamanlar ODTÜ’de iki tane fizik bölümü vardı. Birisi, fizik bölümü, diğeri teorik fizik bölümüydü. Ben fizik bölümündeydim. Feza Bey teorik fizik bölümündeydi. Feza Beyin orada verdiği dersleri öğrenciyken aldım ve yardımcı doçentlik süresinde de hep dinledim. Feza Bey çok iyi bir öğretmendi, anlattığı şey sanki dünyanın en kolay şeyiymiş gibi gelirdi. Ortak bir araştırmamız olmadı. Ama Feza Beyin eşi Süha Gürsey Hanım bizim bölümde öğretim üyesiydi. Eşi bize anne gibi davranırdı. Çok desteğini gördük. Bahsettiğim ilk sıkıntılarda Erdal Beyle gidip konuşmamızı, derdimizi anlatmamızı o önermişti. Feza Bey de Süha Hanım da çok özel kişilerdi.

SY: Cahit Arf Bey matematikçiydi, onunla diyalogunuz nasıldı?

GÖ: Cahit Beyden Robert Koleji Yüksek Okulundayken mühendislik üçüncü sınıfta mühendisler için matematik dersini aldım. Sonra ODTÜ’de karşılaştık. Bölümdeki seminerlerine giderdim. Sosyal ortamlarda karşılaşır, sohbet ederdik. Gençlere destek olan, bilimselliğini öne çıkaran bir insandı.

SY: Eşiniz Demir Önengüt Beyle tanışmanız nasıl oldu?

GÖ: Demir Beyle ilk tanışmamız Robert Koleji Yüksek Okulu birinci sınıftayken oldu. Ben Türk lisesinden, devlet okulundan mezun olup, gitmiştim. Dolayısıyla hazırlık okuyacaktım. Hazırlıkta seviye tespit sınavı yaptılar ve o sınavda en iyi yapan yedi kişiyi hazırlığı atlamak üzere yeni bir sınava soktular. Demir ile ben o yedi kişinin içindeydik ve ilk tanışmamız, arkadaşlığımız orada başladı. Sınavı geçtik ama bütün hocalarımız Amerikalıydı. İlk haftalar hiçbir şey anlamıyordum. Hatta birinci haftanın sonunda Mister Williams’a gidip ben hazırlığa geri dönmek istiyorum dedim. O da biz senin yerine oraya öğrenci aldık, sen böyle devam edeceksin, çalışacaksın ve yapacaksın dedi. Birlikte hazırlığı atlayıp geldiğimiz, problemlerimiz aynı olduğu için Demir ile birlikte ders çalışıyorduk. Birinci sınıfı birlikte okuduk. Demir subaydı, Milli Savunmadan burslu okuyordu.

SY: Demir Bey hem subay hem de mühendislikte mi okuyordu?

GÖ: O zaman Milli Savunma sınav açıp, başarılı olanları burslu okutuyordu. Önce Robert Kolejinde hazırlık ve birinci sınıfı tamamlayanları lisans ve yüksek lisans için Amerika’ya gönderiyordu. Demir o işte gruptandı.

SY: Demir Bey sanırım ilerleyen kısımda doktorasını da yaptı.

GÖ: Emekli olduktan sonra yaptı. Birinci sınıftan sonra Amerika’daki Cornell Üniversitesine gitmişti. Lisans Cornell’de yüksek lisansını ise Syracuse Üniversitesinde yaptı. Ben Massachusetts Brandeis’te iken o Boston Syracuse’taydı. Biz Amerika’da tekrar karşılaştık. Türkiye’de birinci sınıfı beraber okurken her ne kadar aramızda bir yakınlaşma olsa da ben kendimi daha ileri düşüncelere, evliliğe hazırlıklı hissetmiyordum. Henüz çok küçüktüm, Robert Kolejine on yedi yaşında gitmiştim. Ama Amerika’dan 1965 yılında mezun oldum ve bir yıl 1966 Haziranında sonra evlendik. 1967’de ise Türkiye’ye döndük. Oğlum Sinan doğdu ve ben ODTÜ’de göreve başladım.

SY: Türkiye’ye geldiğinde Demir Beyin yeni görevi ne oldu?

GÖ: Demir Milli Savunmada teknik daireye atandı. Sonra Harp Okulunda hocalık yaptı. On yıl sonra 1977’de mecburi hizmeti bitip Askeriyenin mühendislere dönük kendi özel mevzuatı çerçevesinde emekliği geldi. Kırk bir yaşında emekli olunca, canı sıkılmaya başladı ve Syracuse Üniversitesinde doktoraya başladı. Demir Amerika’ya gidince ben de aynı üniversitenin fizik bölümüne ziyaretçi bilim insanı olarak, ücretsiz izinli olarak gittim.

SY: ODTÜ’de toplamda ne kadar çalıştınız?

GÖ: 1967-1983 yılları arasında toplam on altı yıl çalıştım. Bunun dört yılı Amerika’da geçmişti.

SY: ODTÜ’den sonra Çukurova Üniversitesine mi geldiniz?

GÖ: Evet, ihtilal sonrası 1981 yılında Amerika’dan döndüğümüzde Ankara’nın havası kurşun gibi ağır, son derece rahatsız edici, çocuklar büyümüş. Biri on dört, diğeri on yaşlarında. Çocukların bir oyun alanı yok, cadde üstünde oturuyoruz. Kapının önünde oynarken kızıma araba çarptı. Uzun süre alçı içinde kaldı. Bu arada kızım alçıdan çıkınca Çukurova’dan Mehmet Koca davet etmişti. Çocuğun kemikleri için kum, plaj iyi gelir diye turistik olarak üniversitenin Yumurtalık’taki tesislerine gelmiştik. Ertesi gün kampüsü gösterdi. Kampüs, lojmanlar çok güzeldi, göle bakıyordu ve yeni yapıldığından çoğu boştu. Mehmet Koca’ya buraya gelsem lojmanlardan birini verirler mi dedim. Mehmet evet dedi. Zaten Ankara’nın genel havasından da sıkılmıştım. Ben Ankara’ya ve politik havasına hiçbir zaman ısınamamıştım. Bir de ben hep deniz kenarlarında bulunmuştum. Çukurova’da fakülteden lojmanlara yürüyerek gidiyorum. Hiçbir sorun yok, huzurluydum. Çukurova benim için bir cennetti.

SY: Ankara kötü hatıralar, izler bırakmış.

GÖ: Ankara’da 1977 yılında doçentlik kadrosuna atanmak için tez hazırlayıp, sözlü sınava girip, sonunda deneme dersi veriyorduk. O zaman ODTÜ hariç diğer tüm üniversitelerde deneme dersini verip, doçent olmadan sınıfta ders veremezdiniz. ODTÜ’de yardımcı doçentlik vardı. Diğer üniversitelere YÖK yasasıyla gelmişti. Yavuz Nutku’yu tanırsınız. Benden önce deneme dersine girdi, dersi üç dakika uzattı diye, deneme dersinden kaldı. Bu dersin zaman ayarlamasını yapmak için deneme dersinin provasını yaparken, birden dışarıdan makineli tüfek sesleri geldi. Kampüsün ortasında bir işçiyi vurmuşlardı. Deneme dersinin provasını bile yapamadan deneme dersine girmiştim. Ankara işte böyleydi.

SY: O yıllar oldukça karışık yıllardı sanırım?

GÖ: Evet, çok karışık dönemlerdi. 1977’de ODTÜ rektörü Hasan Tan oldu. Öğrenciler Hasan Tan ODTÜ’ye rektör olamaz diye slogan atılırdı. Hasan Tan belli görüşteki insanları kadrolara aldı ve kampüs birden bire karıştı, militanlarla doldu. Öğrenciler de bu durumu boykot yaptılar. Öğrenciler kampüsten gittiler biz Hasan Tan’ın özellikle yardımcı hizmetlere aldığı militanlarla baş başa kaldık. Öğleyin tek başımıza kafeteryaya veya yemekhaneye gitme şansınız yoktu. Her zaman silahla saldırı değil ama dayak olayları çok olurdu. Çok kişi dayak yedi. 12 Mart muhtırasında 12 Eylül döneminde de bu sıkıntıları yaşadık biz. O dönemde üniversitenin mütevelli heyeti uzun süre toplanamamıştı. Amerika’ya gitmem gerekiyordu, formal yolla başvurumu yapmıştım, her şey ayarlanmıştı. Ben izin alamadan gitmek zorunda kalmıştım. Arkamdan izinsiz ayrıldı diye ücretli izinli (sabattical) hakkını vermediler. İznin oldu ama ücret alamadım.

SY: Çukurova’ya geldiğinizde doçent miydiniz?

GÖ: Hayır, Çukurova Üniversitesine profesör olarak gelmiştim. Ben ODTÜ’de profesörlük derecesine yükseldim ama o zaman olduğunuz üniversitede profesörlük atanamıyordunuz. ODTÜ’de kadrom doçentti ama profesör ünvanını kullanabiliyordunuz.

SY: Gelelim CERN’e. CERN ile bağlantınız nasıl oldu?

GÖ: Benim Perihan Tolun doktorası Bristol üniversitesinden ve hocası pi-mezunu bulup Nobel Ödülü alan CF Powell idi ve Bristol’de CERN deneylerinde çalışmıştı. Perihan Hanım Türkiye’ye geldiğinde NATO hibesi alarak CERN’e girmeyi becermişti. Türkiye’deki ilk deneysel paracık fizikçisidir. Bizim irtibatımız da onun sayesinde oldu. ODTÜ’de yaptığım doktora tezim, CERN deneyi üzerine Türkiye’de yapılan ilk doktora tezidir. Parçacık fiziği alanında lamda manyetik momentinin ölçülmesini hedefleyen bir deneydi. CERN’de parçacıklar çarpıştırılmış, çıkan olaylar nükleer emisyonlarda kaydedilmiş, ortak üyelere dağıtılıyor, tek tek taranıyor, ilginç olaylar seçiliyor ve ölçümler yapılıyordu. O deneyde ODTÜ’nün CERN’de adının geçtiği ilk çalışmadır.

SY: Engin Arık hanımın sizin çalışmalarla ilgisi var mı?

GÖ: Enginler benden dört beş sene sonra Türkiye’ye döndüler. Onlar yeniydi, yaşça benden küçüktü.

SY: Türkiye’nin CERN ile ilgili üyelik girişimleri hangi tarihlere rastlar?

GÖ: Perihan hanımla birlikte çalıştığımız ilk CERN deneyi tamamlandı, makalesi 1971 yılında yayınlandı. Perihan hanımla birlikte yeni bir deneye girmek için epeyce bir girişimde bulunduk. Ama hiçbir sonuç alamadık. Öncelikle destekleyecek bir kuruluş gerekiyor. Perihan Hanım o deneyin finansal desteğini NATO’dan sağlamıştı. Türkiye’den bir kaynak bulmamız lazımdı. İkinci deneye 1977’de TÜBİTAK’tan bir destek bulduk. Amerika’ya gidince o ikinci deneyden çıktık. Sonra Ramazan Sever kabarcık odası deneyi (Bubble chamber) deneyine katıldı. O sıralarda on yıl gibi bir girişim olmadı, boşta kaldı. Daha sonra 1991 yılında Feza Gürsey’e ODTÜ’de Mustafa Parlar Bilim Ödülü verilmişti. O sırada Yunanistan CERN’e tam üye olmuş. Orada konuşma yaptığı esna birkaç bakan da varmış. Feza Bey Türkiye’nin CERN’ün bu kadar dışında kalmasının doğru olmayacağını, bunun utanç verici bir şey olduğunu söylemiş. Sonra bir hareketlenme başladı. 1986 yılındaki Cernobil kazası sonrası Ahmet Yüksel Özemre TAEK başkanıydı. Ahmet Yüksel Bey CERN’le ilişkilerin yeniden güçlenmesi için Perihan hanımla beni davet etti. Size biraz gidip görmeniz ve incelemeniz için küçük bir destek vereceğiz. Eğer bir deneye katılmanız ve bizim de uygun görmemiz durumunda o deneyi destekleyeceğiz dedi. Perihan hanımla CERN’e gittik ama herkes deneyi başında olduğundan pat diye kiminle ne görüşeceksiniz, hangi deneye gireceksiniz, Türkiye’de hiçbir altyapı yoktu. ODTÜ çalışmış olan UCLA’da (University of California Los Angeles) doktora yapan Samim Erhan vardı. Samimin patronu Peter Schlein yeni bir deneye giriyordu. Samim’in vasıtasıyla pazarlığımızı yaptık altmış bin frank tedarik edip biz de deneye dâhil olacaktık. Anlaşmayı sağladık, imzaladık, deneye Türkiye’den üç doktora öğrencisi göndereceğiz. Ertesi gün dönüyoruz, Samim orada kafeteryadan Türkçe Milliyet Gazetesi aldı. Bir baktık Ahmet Yüksel Özemre TAEK Başkanlığından alınmış, yerine Atilla Özmen getirilmiş. Ahmet Yüksel neden alınmış? Cernobil kazası sonrası çaylardaki radyasyon ile ilgili açıklamasından dolayı alınmış.

SY: Atilla Özmen ile yine karşılaştınız yani.

GÖ: Evet. Dönünce Atilla Özmen’den randevu alıp, Perihan Hanımla birlikte gittik. Atilla Özmen desteklemedi ve o anlaşma orada kaldı. Ama sonra Peter Schlein, tamam siz o parayı gönderemiyorsanız, yine deneyde yer alırsınız doktora öğrencilerini gönderiniz, onla UCLA grubundan desteklenir, ama çalışmalarda üniversitelerinizin ismi yer almaz, dedi. Böylece Çukurova’dan Ayşe Kuzucu, Nazife Koca’yı ve ODTÜ’den de Mehmet Zeyrek’i Peter Schlein’ın grubuna doktora öğrencisi olarak gönderdik. O deneyde ne Çukurova ne de ODTÜ’nün ismi çıkmadı. Bunlar ben ve Ramazan Sever’den sonra Türkiye’nin CERN’de yetişen ilk öğrencileridir. Feza Gürsey’in Bakanlık düzeyindeki konuşmasından sonra Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) ortamında CERN’de çalışanlarla bir toplantı gerçekleşti. Bu toplantı sonrasında CERN’deki deneylerin desteklenmesi için önce TÜBİTAK’ı görevlendirdiler. Perihan Hanım, ben ve Boğaziçi Üniversitesine yeni Engin Arık’ı CERN’deki bir deneye katılmamız için görevlendirdiler. 1990 yılında Chorus nötrino deneyine Çukurova, ODTÜ ve Boğaziçi üçlü grup olarak katılmış olduk. Aysel Kayışçı Topkasu doktora deneyini Chorus’te yaptı.

SY: CMS ve Atlas dedektörleri bu tarihten sonra mı kuruldu?

GÖ: Evet, biz 1995’e kadar Chorus’te çalıştık. Büyük Hadron Çarpışması (LHC) planlanıyordu. Deney Atlas ve CMS dedektörlerinden takip edilecekti. Perihan Hanım CMS’e, Engin Hanım Atlas’a girmeye karar vermiş. Biz de Atlas’ta mı yoksa CMS’te mi yer alalım diye düşünüyorduk. İkisi de kendilerine katılmamızı istiyor. Ama ben karar verme tercihi gençlere bırakmıştım. Bizimkiler Engin’den biraz çekindiler ve ODTÜ ile CMS dedektörüne girmeye karar verdiler.

SY: Şu ana kadar CERN üzerinden yetişen kaç öğrenciniz oldu?

GÖ: Çukurova Üniversitesinden benim on bir doktora öğrencim, on dört yüksek lisans öğrencim deney yaptılar. Çukurova grubu CERN’deki en kalabalık grup olmuştur. Zaman zaman 20’den fazla ismin aynı anda çalıştığı dönem oldu.

SY: CERN’deki deneyde Türkiye’den toplam kaç isim yer aldı?

GÖ: Bu iki deneyde yüzün üzerindeki araştırmacı yetişmiştir.

SY: Türkiye’nin CERN’e asosiye (kısmi) üyeliği devam ediyor mu?

GÖ: Evet, asosiye üyelik devam ediyor. Keşke tam üyelik olsaydı. Mevcut personel ve araştırmacının on katını gönderme şansımız oldurdu. Çok büyük emekler harcandı, Çukurova’da büyük bir grup oluşturdu, ama ne yazık ki üniversitelerimizin yöneticilerinin yaklaşımları nedeniyle emeğimizin sonucunu tam istediğimiz şekilde alamadık. Bizim grubun üniversite atıflarında çok büyük rolü oldu. Bunun kıymetini anlamadılar, bilmediler. Örneğin atama yönetmeliğindeki kriter nedeniyle CERN doktoralı bir ismin kadroya atanması zor. Ama CERN’nün deneyinin bir anayasası var. Etkin katkı payı ölçeklendirilmediği için makalede alfabetik sıraya göre çok isim var, ama üniversite atamasında illa makalede birinci isim olması istenir. Zaten yayın yapacaksanız, işleyişte yer alan tüm isimleri yazmak zorundasınız. Grubun yenilenmesi için genç isim alınması gerekiyor, alamıyorsunuz.

SY: Emekli olduğunuz tarih nedir hocam?

GÖ: 2011 yılında emekli oldum.

SY: Engin Arık’la ilgili özel bir sorum olacak. Malum Engin Hanım ve ekibi düşen Isparta uçağında hayatını kaybetti. Bununla ilgili kamuoyundaki komplo teorilerini siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

GÖ: Ben öyle bir şey olduğunu düşünmüyorum. Doğal seyrinde olan bir olay olarak değerlendiriyorum. Kötü bir firmadan uçak tercih edilmişti. Benim hiç tercih etmediğim firma.

SY: Eşi Metin Arık’ın da düşürüldüğü yönünde bir beyanatı vardı sanırım.

GÖ: Var ama Metin ile de görüşüp, konuşuyorum. Onun da böyle bir olaya inandığını tahmin etmiyorum. Bu tür kuşkular her zaman olabilir. O hızlandırıcı projesiyle ilgili benim ilk baştan beri değerlendirmem; kolay sonuç alınabilecek bir proje değildi.

SY: CERN’de Higss bozonuyla ilgili çalışmasından Nobel Ödülü alan Peter Higss ile karşılama şansınız oldu mu?

GÖ: Evet, Higss parçacığı keşfedildiğinde CERN’deydik. Higss de oradaydı.

SY: Geriye doğru gittiğimizde akademik hayatta başarılarınız, yurtiçi ve yurtdışı deneyimleriniz var. Genç araştırmacılara kaliteli bir çalışma yapmaları için önerileriniz ne olur?

GÖ: Bir kere bu işi çok seviyorsa, başlasınlar. Akademik çalışmalar yorucu süreçtir, önünüzde çok engeller var, hayal kırıklığına uğrayabiliyor insan, seven insanlar talip olmalı. Ama bilim de çok heyecan verici bir şey. Bu yolu seçtiğime kesinlikle pişman değilim. Mühendisliği bırakıp, fiziğe geçtiğime de pişman değilim. Ömür boyu çok keyifle uğraştım. Hala da makale okumaktan büyük bir keyif alıyorum. Çalışmak, meraklarının peşinden gitmek lazım diye düşünüyorum. Bu alanda yoğunlaşanların çok fazla günlük politikalarla uğraşmaması, işine odaklanması, zaman yönetimini iyi yapması gerekir.

SY: Gördüğüm kadarıyla akademiyle bağınız devam ediyor. Neler yapıyorsunuz?

GÖ: Makale yazanlar için gönüllü İngilizce editörlüğü yapıyorum. Makale yazmak ve bunu iyi bir İngilizceye dönüştürmek oldukça önemlidir. Bu alanda eksiğimiz büyük. Ben de bu arkadaşlara gönüllü destek oluyorum. Makale yazanlar makalelerini biri birlerine okutturmaları lazım. Önce bizim bölümde başladım, sonra diğer bölüm ve üniversiteler, derken diğer alanlardan da gelmeye başladı. Herkese elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyorum. Ayda üç dört makale elimden geçiyor. Bunun önemli bir katkı olduğunu düşünüyorum. Üniversiteler de bu konuda çaba göstermeli, güzel çalışmaları değerlendirmek için gerekirse bir ofis kurmaları lazım. Bunun büyük bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.

SY: Gülsen Hanım aynı zamanda bir anne. Bir yandan akademik çalışma, annelik rolü ve ev işleri. Bu koordinasyonu nasıl sağladınız?

GÖ: Çok kolay değil tabi. Eşinizin destek olması gerekir. İnsan bir biçimde dengeyi sağlıyor. Çocuklar şimdi büyüdüler, ama onlar bir yönlü ihmal edildiğini düşünüyorlar. Bunu serzeniş olarak bize duyurdular. Ben elimden geleni yaptım. Bu konuda kendimi çok fazla da rahatsız hissetmiyorum.

SY: Demir Beyin desteğini gördünüz mü?

GÖ: Yani, Demir Beyin büyük desteğini gördüm.

SY: Şu an çocuklarınız ne yaparlar, hangi pozisyondalar?

GÖ: Bir oğlumuz iki kızımız var. En büyük oğlum Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Programcılığından mezun oldu. Şu an Ürgüp’te klasik gitar imal ediyor. İkincisi Boğaziçi Moleküler Biyoloji ve Genetik bölümünden mezun. Master ve doktorasını orada yaptı. Yirmi yıldır Amerika’da Virginia Üniversitesinde doçent olarak çalışıyor. Önengüt Laboratuarı var, işini severek yapıyor. Küçük kızım benim veliahttım. Bizim grupta CERN’de doktorasını yaptı. Şu an doçent ve üniversitenin AB projeleri ofisinde çalışıyor. Kadro alamadığı için büyük ihtimalle eşiyle birlikte İsviçre’ye gitme hazırlığında.

SY: Sivil toplum kuruluşlarında sosyal projelerde yer alıyor musunuz?

GÖ: Hayır. Fırsatım olmuyor. Makale okumaları, bahçe bana yetiyor.

SY: Son olarak, özel bir soru ama Demir Beyi tarif ederseniz nasıl tarif edersiniz?

GÖ: Çok özlüyorum onu. İyi bir insandı. Her alanda büyük destekçimdi. Bilime meraklı, kırkından sonra doktoraya başladı. Teknik tasarıma meraklıydı. Çok duygusal, hassas ruhlu ve merhametliydi. Birisine veya herhangi bir canlıya zarar vereceğim diye ödü kopardı. Banyo küvetinde tamirat yapacaktı, karıncalar bastığında. Suyla onlara zarar vermesin diye onları tek tek oradan alıp bahçeye götürürdü. O kadar hassas olması da bazen şartlarını zorlardı.

SY: Gülsen hocam bize zaman ayırdığınız, bu güzel anıları bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz.

GÖ: Özlemiştik sizleri, asıl biz teşekkür ederiz.

-----------------------------------

(*) Röportaj: Prof. Dr. Süleyman Yılmaz, ASÜ Eğitim Fakültesi

 

 

 



Haber Editörü

Ayşe ALP

Haberi Sesli Oku
Vista Prime, konut, ofis ve ticari faaliyetleri kamusal bir düzlemde bir araya getirir.

İlginizi Çekebilir


15.6°

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.