Bir gül düşün. İncecik bir dalda dimdik duran, zarafetiyle büyüleyen ama yaklaşanı da sessizce uyaran... Gül, sadece bir çiçek değildir. O, toprağın içindeki kavgadan, rüzgârla savrulan yaprağa, güneşin altında yanmaktan, gece serinliğinde titremeye kadar her şeyi yaşamış bir bilgedir adeta.
Tohumla başlar her şey. Karanlıkta, nemli ve soğuk bir toprağın bağrında filizlenir hayat. Bir gül tohumu, önce sabretmeyi öğrenir. Gözle görülmezken bile büyür içinde yaşamın sırrı. Sonra minik bir dal olur. Her yaprak, her tomurcuk, zamanı geldiğinde patlayacak bir sevgi bombası gibidir.
Ama bir şey vardır ki, çoğu gözden kaçırır: Dikenler. Evet, gülün zarafeti kadar meşhurdur dikenleri de. Kimisi ona "güzelliğin bedeli" der, kimisi "kendini koruma güdüsü." Oysa ben dikenlerini; hayatın öğrettiği temkinli sevgiye benzetirim. Sev, ama ölçülü. Yaklaş, ama dikkatli. Kucakla, ama önce değerini bil...
İçindeki suyu damla damla çeker köklerinden. Güneşle, rüzgârla dans eder ama gövdeden bir adım bile kopmaz. Beslenir, büyür, olgunlaşır. Derken o an gelir... Kırmızı, pembe, beyaz ya da sarı bir gül açar. Kimi aşka, kimi ayrılığa, kimi sadakate, kimi ölüme dokunur. Rengine göre bir anlam, kokusuna göre bir hatıra taşır. Ama her biri özünde tek bir dile tercüman olur: Sevgi.
Gül evrensel dilde hep sevgiyi anlatır ama hikâyesi hep acıyla başlar. Dikenle, bekleyişle, çabayla. Çünkü güzellik zahmetsiz gelmez. Ve sevgi, sadece tatlı sözlerle değil; zamanla, emekle, hatta bazen can yakarak kök salar.
Şimdi düşün; gülün evrimini. Topraktan doğmuş, dikenle korunmuş, sevgiyle açmış... Tıpkı bir insan gibi. Ne kadar kırılgan, ne kadar güçlü... Ne kadar naif, ne kadar dirençli...
Belki de bu yüzden bir demet gül uzatırız sevdiğimize. Belki de bu yüzden bir mezara gül bırakırız. Sevgi oradadır, ama diken hâlâ yerindedir. Çünkü gerçek sevgi de öyledir; acıyı da barındırır, emek ister, sabır ister. Ama sonunda... en güzel haliyle açar.