Çocukluğumda üç tekerlekli arabalar vardı...
Üzerinde elma, portakal, marul, soğan satan amcalar...
Mahalle aralarına girince sesleri yankılanırdı:
“Patates, soğan geldi hanııım!”
Bir de “çerçi” dediklerimiz vardı; taksitle satış yapan,
Elinde bohçası, sırtında sepetiyle kapı kapı gezen o emekçi insanlar...
Anneler, evdeki eski naylon kapları verip karşılığında tabak, sürahi, havlu alırdı.
O alışverişte ne samimiyet vardı, ne güven, ne de sevgi eksik olurdu.
Ama şimdi…
Sokaklarda satıcıların sesi duyulmuyor.
Mahalleler sessiz, sokaklar ruhsuz…
Üç tekerlekli arabalar yine var ama o eski sıcaklık yok.
Yeni nesil satıcılar “Ben mahalle mahalle gezip yorulacağıma, alıcı benim ayağıma gelsin” diyor.
Meydanlarda, vatandaşın kalabalık olduğu yerlerde kaldırımları işgal ediyorlar.
Yayaların geçtiği yollar, arabaların park ettiği alanlar satış tezgâhına dönüşüyor.
Ne güleryüz kalmış ne de o eski esnaf ahlakı…
Vatandaşa hizmet değil, kazanç hırsı ön planda.
Marketlerden, manavlardan ucuz satmaları gerekirken, çoğu ürün daha pahalı.
Kira yok, elektrik yok, su yok, vergi yok, işgaliye yok ama fiyatlar el yakıyor.
Peki bunun neresinde vatandaşın menfaati, neresinde hizmet anlayışı?
Bir de aralarında yer kavgaları çıkıyor,
Çoluğu çocuğu korkutacak şekilde bağrışmalar yaşanıyor.
Oysa bizim çocukluğumuzda öyle miydi?
Mahallemize gelen satıcılar, sanki aileden biri gibiydi.
Balkondan sepet uzatılır, içine para koyulur, “İki kilo domates, bir kilo biber” denirdi.
Sepet yavaşça aşağı iner, amca ürünleri koyar, yukarı çekerken bir tebessüm bırakırdı ardından.
Ne güzeldi o günler…
Ne samimi, ne içten, ne doğal…
Şimdi hepsi birer anı oldu.
Oysa ne güzel olurdu;
Yine mahallemizde,
Yine o tanıdık seslerle, balkondan sepet uzatarak alışveriş yapabilsek.
Bir çocuğun koşarak “Bekle geliyorum!” diye bağırdığı, annesinin gülümseyerek pencereden baktığı o günleri yeniden yaşayabilsek…
Belki de özlediğimiz sadece o günler değil, o günlerin insanlığı…
Gelin, hep birlikte yaşayalım çocukluğumuzu yeniden.



